24 Şubat 2024 Cumartesi

RUHUN GERÇEK EVİNE DUYULAN BİR ÖZLEM


 RUHUN GERÇEK EVİNE DUYULAN BİR ÖZLEM
                       ‘’Seni öldü sandım ruhum biliyor musun, sensiz yaşamaya alıştırdılar galiba’’
Yukarıdaki satırlar ‘ruhuma seslenişler’ adlı playlistimden bir parçadan. Evet, ruhuma seslenmek
için onunla başka bir şekilde iletişim kurmak ihtiyacı duyuyorum. Çünkü o çokça uzağımda ve sesimi
ancak böyle duyurabiliyor, onu böyle böyle duyabiliyorum.
Tarih boyunca önde gelen filozoflar ruh üzerine nasıl fikirler öne sürmüşler bu konuda ne diyorlar,
ne düşünüyorlar diye araştırdığımda, zamanın ruhuna göre ruh betimlemelerinin değiştiğini gördüm.
Milattan önceki devirlerde ruh, bedeni harekete geçiren gözle görülmeyen varlık olarak ifade
edilmiştir. Milattan sonra 17.yüzyıla gelene kadarki dönemde İslamiyetin doğuşuyla müslüman
ailmleralimler ruh üzerine görüşler bildirmişler, bunun da etkisiyle bu dönemde ruh üzerine yapılan
yorumlar genel itibariyle dini boyutta olmuştur. Temelde insan ruhu, doğrudan doğruya Tanrı’nın
ruhunun bir uzantısı olarak kabul edilmiş, ahlak ile bağlantılı olduğu fikri savunulmuştur. 17.yüzyılda
rönesansın ortaya çıkmasıyla 19.yüzyıla kadarki süreçte birçok gelişmeyle birlikte ruh üzerine farklı
yaklaşımlar ortaya çıkmıştır. Dönemin önde gelen düşünürlerinden Descartes’e göre insan manevi
cevher olan ruh ile cismani cevher olan bedenden meydana gelmektedir. Son olarak 19.yüzyıl ve
sonrasında gelen dönemdeyse ruh içsel bir etken olarak görülmüş ve bu dönem sonrasında daha çok
dışsal süreçlerin insan üzerindeki etkisi incelemeye alınmıştır (Düzgüner, 2013).
Düşünürlerin ruh beden ilişkisi üzerine bakış açılarının incelemesi yapıldığındaysa her birinin ruhu
insanın farklı bir boyutuyla ele aldığını, bedenle ilişkisini ise o boyutlandırmalara göre
yorumladıklarını görürüz. Aristoteles’e göre insan, ruh ve beden olmak üzere iki ayrı öğeden oluşan
bir varlıktır. Beden madde, ruh ise onu biçimlendiren, ona “insan” niteliği kazandıran formdur (Kaya,
2014). Aristoteles aynı zamanda aklı, ruhun bir yetisi olarak kabul eder. Bense ruhun yetisinin
akleden kalp olduğunu düşünmeyi yeğlerim. Çünkü her ne kadar duygularımızın merkezi amigdalaysa
da duygularımızın varlığını hissedişimizin kalbimizde gerçekleştiği fikriyle ve de ruhumuzu
hayatımıza katamıyorsak da hisleriyle de düşünebilmenin ruhumuzun bizimle kurmaya çalıştığı bir
bağ, bir dil olduğunu düşünebiliriz. 20.yüzyılda ses getiren düşünürlerden Bergson da ruhu, manevî
yetilerimizin bir araya gelmesinin veya bedenimizle iletişim ve etkileşim içinde bulunmakla beraber
beden faaliyetleriyle açıklanıp, ifade edilemeyen yönümüz olarak ifade etmiştir (Bbayraktar, 2003).
Bergson’ a göre ruhun en genel tanımı, bedene ve onun fonksiyonlarına indirgenememek şeklinde
yapılabilir. Ona göre ruh, beyin fonksiyonları ve bedenin tümüyle etkileşim içinde bulunmakla
beraber, bunlarla aynı şey değildir (Bayraktar, 2003). Platon ise ruhun kendi asıl kökenine yönelik bir
tür "aşk dolu özlem" hissetmeye başladığından bahseder. Hemen belirteyim ki, Platon burada ideal bir
yaşam öyküsünü betimlemektedir. Çünkü her insanın ruhunu idealar dünyasına doğru yolculuğa
çıksın diye serbest bırakmadığı açıktır (Gaarder, 1994).
Dünya genelinde zamanın ruhu olmasının yanı sıra her insanın kendi içinde zamanının ruhu da
olduğunu düşünüyorum. Benim zamanımın ruhu büyük bir yıkımı içinde barındırıyor. Bu yıkımın
içinde yaşanamayan hayatlar, eksilen insanlar var. Bu insanların zamanımın ruhunda etkileri var.
Yaşımın, yaşantımın zamanımın ruhunda etkisi var. Bunun yanı sıra aylardır süren depresif
yaşantımın ve biraz da ergenlik kırıntılarımın bana açtığı kanallar aracılığıyla son zamanlarda
varoluşum, olamayışım, ruhum, ruhsuz yaşantım üzerine çokça düşünme imkanı buldum.
Filozoflarınkine benzer bir ele alışım olmasa da bu kavramların hayatım üzerindeki ehemmiyetinden
bahsetmek istedim.
ruhum özüm. yaşantımsa yüzün yüzün..
kendi içime çekilmedikçe, ruhumun üzerine eğilmedikçe varlığını hissedemiyorum,
varlığımı hissedemiyorum..
içinde yaşadığım hayat, ruhumu içinde barındırmıyor.
çocukken hayatımızda ruhumuz da var olduğu için mi bu kadar mutluyduk, bu yüzden mi her daim
çocukluğumuza olan hasretimiz, gerçekliğimize olan özlemimiz?
Nilgün Marmara’ nın intiharından hemen öncesinde bıraktığı son mektup şiirinden şu satırlar
yankılanıyor içimde "Çocukluğun kendini saf bir biçimde akışa bırakması ne güzeldi. Yiten bu işte".
her yaşanmışlık ruhumuzu güvende hissettirmek için biraz biraz daha içimize çekti ve ruhumuz artık
çok derinlerimizde gizli gibi.. yaşantılarımıza dahil olabilmek için çok ürkek.. yaşayışımızda
ruhumuza yer vermiyoruz ve akışa bırakmıyoruz sanki. Bahsettiğim, ‘’amaan noluyosa olsun, akışına
bıraktım’’ söyleminin ardındaki akış değil. Yaşantımızı, ruhumuz yönünde bir akışa bırakamayışımız.
Kimimiz akılcı, hayatının akışını belirlemekte mantığının peşi sıra gitmek için aklının emrinde;
kimimiz varoluşçu bir şekilde hayat sürüyor, yaşam amacı kendini gerçekleştirmek, büyük bir kitleye
hitap eder olmak yahut yetenekli olduğu bir alanda ben de varım diyebilmek.
Genel itibariyle aklımız düşüncelerimizi, kalbimiz hissiyatlarımızı, ruhumuzsa özümüzü ifade ediyor
bana. Akışımızda en fazla düşüncelerimize ve hislerimize yer veriyoruz. Fakat özümüzü es geçiyoruz.
Elbette düşüncelerimizde de hislerimizde de özümüzün dokunuşu mevcut fakat öze yer vermekle
özün yer verdiklerine yer vermek aynı sonuçlar doğurmuyor. Hiçbir zaman çocukluğumuzdaki biz
olamıyoruz, hiçbir zaman tam anlamıyla hayat akışımızdaki bizler, ben buyum işte diyemiyoruz.
Sürekli yerine durumuna göre hareket ediyoruz. Ben her yerde her şekilde farklı rollere
büründüğümüzü hissediyorum. Sosyal olarak bu gayet normal fakat hiçbirimiz rollerinde ruhuna yer
vermiyor. Tanıdığımız insanlar tanıdığımızdan çok daha farklı insanlar. Anne babamız, kardeşlerimiz,
dostlarımız dahi.. Tanıdıklarımızın aslında tanıdıklarımız insanlar olmayışı beni bu kanıya vardırıyor
ve hemen ardından kulağımda bir şarkının şu satırları çalıyor ‘bilen bile, bilemez beni’. Bu konularda
belki de çok genel konuşuyorum ama genele hitap etmiyorum bu konunun bendeki ifadesinden
bahsediyorum yalnızca.
Dostlarımla çok derin konular üzerine konuşmak istediğimizde mailleşiriz. 2-3 aydır bu mailler
üzerinden dostum dediğim insanları ve dolayısıyla kendimi daha derinden tanıdım, derinlerimizde
gezinip aslında görünenden ne kadar da farklı olduğumuzu anladım. Bu mailler sayesinde bir özüm
olduğunu, yaşantımınsa özümden çokça uzakta sürdüğünü fark ettim. Ruhum özüm, yaşantımsa
yüzün yüzündü. Olmasa da olur bir hayat yaşıyordum, çünkü zaten içinde ben bulunmuyordum.
Deprem sağ olsun olmazsa olmazlarımın hepsine el koydu, özümün üstünü örten yüzünü aldı götürdü.
Bu sayede var oluşum üzerine düşünme fırsatım oldu. Her birimizin bir derin deniz olduğunu ve
yaşanmışlıklarımızın özümüzü derinlerimize itelediğini gördüm. Derin denizin dalgaları kadar var
olduğumuz bir hayat sürüyorduk, denizin içine atılansalarsa yok sayılan, var olamayan yanlarımızdı.
İşte tam da bunlardı çocukken hayatımızın içinde gülüp oynayan ruhumuzu derinlerimize iteleyen..
İnsan olmanın gereği midir ruhun derinlere gizlenmesi, yoksa insan olamayışlarımızın mı tecellisi?
Bilmiyorum. Henüz o kadar kabullenemedim var olamayışlarımı, ruhsuz yaş almaya çalışışlarımı.
Yine de bildiğim bir şey varsa pek de bir şey bilmeyip varsayıyor oluşumdur..
Genel itibariyle zamanımın ruhundan çıkarımım; derinlerime gizlediğim ruhuma, hayatımda yer
verdikçe var olabileceğimdir. Bu konuda çokça kıvranarak, varoluşsal sancılar çekerek de olsa haleti
ruhiyemi anlamlandırdım, kendimi anladım ve bu sayede bu konuda bir başkasını anlamak konusuna
evrildim. İleride, gençlere kendi anlamlarını bulmak yolunda yoldaş olmak istiyorum ve bu sürecin
içinde varoluşsal sancılar da olduğunu az çok biliyorum..
öyleysee 
Herkes hoşça baksın zaatına ⛅

23 Şubat 2024 Cuma

Meeerhabaalaaarr:)

 



Meeerhabaalaaarr:)

Ben Şeyma. Gecenin köründen kaçıp blog sayfamın satırlarına sığınayım istedim, yazdım yazdım yazdım, sonra sayfayı kurcalarken kaydedemeden silindi yazım. Hevesim kaçtı benim de. Hep böyle eften püften kaçıverir zaten heveslerim. Bu sayfada neler yapacağımdan bahsedeyim bari.

İstiyorum ki kafamdaki sesleri susturmanın da bir yolu olsun. Bunca zaman bunu yalnızca yazarak yapabildim, ağlamayı da denedim ama o daha da hararetlendiriyor, sesler bağırış çağırış, kavga gürültüye evriliyor. iyisi mi yazayım diyorum ben de. Kaç kağıt kurban gitti o seslere kim bilir. daha da zayi etmemek adına buradayım velhasıl. Kimi zaman bulutların üzerinde olduğum anlarda kimi zamansa o bulutların gözyaşlarından payıma düşeni aldığımda sığınıyor olacağım bu satırlara..

Öyleysee

Hoşça bakın efenim zaatınıza..

İyi ki Varsınız Naraları

      iyi ki varsınız.. iyi ki var mıyız gerçekten? diğerleri için evet, iyi ki varız, çoğu insanın hayatına güzellik katıyoruz, farkındayız...